Etiketler

Bu Blogda Ara

21 Haziran 2016 Salı

GEYİKLİ GECEDE KENDİNE YOLCULUK



İkinci Yeni’nin kurucularından Turgut Uyar’ın dikkat çekici bir şiiridir Geyikli Gece.  İlk okuyuşta büyülü atmosferi okuyanı kendine çeker ama çok katmanlı anlamına ermek için bu şiirle biraz hemhal olmak gerekecektir.
Şiir, “Hâlbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta/Her şey naylondandı o kadar “ diyerek sarsıcı bir şekilde karşılar okuyucuyu. Bu iki dize ile dünya ve insanın yaşamı özetlenmektedir. Tıpkı Necip Fazıl’ın “Bütün bir kâinat muşamba dekor/ Bütün bir insanlık yalana teslim” dizelerinde olduğu gibidir dünya tanımı. Bildiğimiz, gördüğümüz, yaşadığımız dünya naylondandır. Gerçek değildir. Bu nedenledir ki yaşadıklarımız da bizi tatmin etmekten uzaktır. Yapay zevkler ve acılarla örülü insan yaşamı ise korkutucudur. Geyikli geceyi bulana kadar çocuklar gibi korkmamız bundandır.
“Geyikli geceyi hep bilmelisiniz/Yeşil ve yabani uzak ormanlarda/Güneşin asfalt sonlarında batmasıyla ağırdan/Hepimizi vakitten kurtaracak” diyerek şair geyikli geceden haberdar ediyor okuyucuyu. Bildiğimiz, yaşadığımız naylondan dünyanın bittiği yerde, yabani ve uzak ormanlarda başlayan bir boyut. Öyle bir dünya ki hepimizi vakitten kurtarıyor. Zamanın üstüne çıkan insan çocuklar gibi korkmayacaktır artık.
“Evet kimsesizdik ama umudumuz vardı/Üç ev görsek bir şehir sanıyorduk/Üç güvercin görsek Meksika geliyordu aklımıza/Caddelerde gezmekten hoşlanıyorduk akşamları/Kadınların kocalarını aramasını seviyorduk/Sonra şarap içiyorduk kırmızı yahut beyaz/Bilir bilmez geyikli gece yüzünden” diyerek mevcut yaşamları tarif ediyor şair. Umut ve hoşnutluk içerisinde yaşamaya çalışan insandan bahsediyor. Bu umut dolu insan, henüz bilmediği bir geyikli gecenin özlemiyle şarap içmekte yani dünyayı algısını değiştirmeye çalışmaktadır. Sarhoşluk zaten naylondan dünyaya geçici de olsa kendini kapatmak değil midir?
“Geyikli gecenin arkası ağaç/Ayağının suya değdiği yerde bir gökyüzü/Çatal boynuzlarında soğuk ayışığı” Önceki bölümlerde haberini verdiği geyikli geceyi artık tarif etmektedir Uyar.
“İster istemez aşkları hatırlatır” geyikli gece. Aşk da bu dünyaya ait olmayacak kadar güzel ve eksiksiz olduğuna göre elbet boyutları aşan geyikli gecenin ilk hatırlattığı olacaktır.
Güzelliklerinden bahsettikten sonra “Biliyorum gemiler götüremez/Neonlar ve teoriler ışıtamaz yanını yöresini” diyerek ulaşılması bildiğimiz yollarla mümkün olmayan geyikli gecenin, bildiğimiz tabiat yasalarına da uymayacağını söyleyerek kolay bir yolculuk olmayacağının ipuçlarını vermektedir.
Peki, bu geyikli gece arayışı nereden geliyordu? “Aldatıldığımız önemli değildi yoksa/Herkesin unuttuğunu biz hatırlamasak” diye başlayan bölüm hem bu sorunun cevabını veriyor hem de geyikli gece özlemi duyanların özelliklerini. Naylondan dünyada yaşama mecburiyeti bir aldatılmadır ve insanın bundan önce bir gerçek hayat deneyimi vardır.  Bu gerçek dünyayı unutanlar için aldanış önemli değildir. Şair herkesin unuttuğu gerçek yaşamayı biz hatırlıyoruz diyerek geyikli gece özlemi duyanların azınlıkta olduğunun da haberini vermektedir.
“Ama ne varsa geyikli gecede idi” şeklinde başlayan bölümde bu azınlığı anlatmaktadır Turgut Uyar. Bir bilseniz avuçlarımız terlerdi heyecandan/Bir bakıyorduk akşam oluyordu kaldırımlarda/Kesme avizelerde ve çıplak kadın omuzlarında/Büyük otellerin önünde garipsiyorduk/Çaresizliğimiz böylesine kolaydı işte/Hüznümüzü büyük şeylerden sanırsanız yanılırsınız/Örneğin üç bardak şarap içsek kurtulurduk/Yahut bir adam bıçaklasak/Yahut sokaklara tükürsek/Ama en iyisi çeker giderdik/Gider geyikli gecede uyurduk” diyerek naylondan dünyaya duyulan yabancılaşmanın verdiği çaresizlik duygusunu anlatıyor. Bir yandan bu dramın yaptırabileceği şeyleri de elinin tersiyle itip çekip gider,  geyikli gecede uyurduk diyerek gerçeğine özlem duyan insanın sığınağı olan geyikli geceyi olanca derinliği ile hissettirirken diğer yandan da hayata tutunamayanların sergileyebilecekleri davranışlara da gönderme yaparak tutunamama sebebini her şeyin naylondan oluşuna bağlıyor.
“Geyiğin gözleri pırıl pırıl gecede” diyerek yine geyikli gece tasvirine başlayan şair, “Ama siz zavallısınız ben de zavallıyım” dizesiyle başlayan bölümün ilk yarısında yine geyikli geceden uzak yaşamanın dramını anlatırken “Sevinsek de sonunu biliyoruz” şeklindeki bu yaşamın bence en trajik yanlarından birini söyleyip “Borçları kefilleri ve bonoları unutuyorum/İkramiyeler bensiz çekiliyor dünyada” diyerek kendi geyikli gecesine geçişini anlatmaya başlıyor.
“Halbuki geyikli gece ormanda/Keskin mavi ve hışırtılı/Geyikli geceye geçiyorum”. Artık şairimiz geyikli gecededir.
“Uzanıp kendi yanaklarımdan öpüyorum.” Geyikli geceye yolculuk kendine yolculuk olmalıdır! Vadileri aşan uzun yolculuğun sonunda, Kaf Dağının ardında kendini bulacaktır insan, geyikli geceyi…

                                     
                                                                                                                 Neva Selçuk


Geyikli Gece

Hâlbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta
Her şey naylondandı o kadar
Ve ölünce beş on bin birden ölüyorduk güneşe karşı.
Ama geyikli geceyi bulmadan önce
Hepimiz çocuklar gibi korkuyorduk

Geyikli geceyi hep bilmelisiniz
Yeşil ve yabani uzak ormanlarda
Güneşin asfalt sonlarında batmasıyla ağırdan
Hepimizi vakitten kurtaracak
Bir yandan, toprağı sürdük
Bir yandan kaybolduk
Gladyatörlerden ve dişlilerden
Ve büyük şehirlerden
Gizleyerek yahut döğüşerek
Geyikli geceyi kurtardık

Evet kimsesizdik ama umudumuz vardı
Üç ev görsek bir şehir sanıyorduk
Üç güvercin görsek Meksika geliyordu aklımıza
Caddelerde gezmekten hoşlanıyorduk akşamları
Kadınların kocalarını aramasını seviyorduk
Sonra şarap içiyorduk kırmızı yahut beyaz
Bilir bilmez geyikli gece yüzünden

Geyikli gecenin arkası ağaç
Ayağının suya değdiği yerde bir gökyüzü
Çatal boynuzlarında soğuk ayışığı

İster istemez aşkları hatırlatır
Eskiden güzel kadınlar ve aşklar olmuş
Şimdi de var biliyorum
Bir seviniyorum düşündükçe bilseniz
Dağlarda geyikli gecelerin en güzeli

Hiçbir şey umurumda değil diyorum
Aşktan ve umuttan başka
Bir anda üç kadeh ve üç yeni şarkı
Belleğimde tüylü tüylü geyikli gece duruyor.

Biliyorum gemiler götüremez
Neonlar ve teoriler ışıtamaz yanını yöresini
Örneğin Manastırda oturur içerdik iki kişi
Ya da yatakta sevişirdik bir kadın bir erkek
Öpüşlerimiz gitgide ısınırdı
Koltukaltlarımız gitgide tatlı gelirdi
Geyikli gecenin karanlığında

Aldatıldığımız önemli değildi yoksa
Herkesin unuttuğunu biz hatırlamasak
Gümüş semaverleri ve eski şeyleri
Salt yadsımak için sevmiyorduk
Kötüydük de ondan mı diyeceksiniz
Ne iyiydik ne kötüydük
Durumumuz başta ve sonda ayrı ayrıysa
Başta ve sonda ayrı olduğumuzdandı

Ama ne varsa geyikli gecede idi
Bir bilseniz avuçlarımız terlerdi heyecandan
Bir bakıyorduk akşam oluyordu kaldırımlarda
Kesme avizelerde ve çıplak kadın omuzlarında
Büyük otellerin önünde garipsiyorduk
Çaresizliğimiz böylesine kolaydı işte
Hüznümüzü büyük şeylerden sanırsanız yanılırsınız
Örneğin üç bardak şarap içsek kurtulurduk
Yahut bir adam bıçaklasak
Yahut sokaklara tükürsek
Ama en iyisi çeker giderdik
Gider geyikli gecede uyurduk

Geyiğin gözleri pırıl pırıl gecede
İmdat ateşleri gibi ürkek telaşlı
Sultan hançerIeri gibi ayışığında
Bir yanında üstüste üstüste kayalar
Öbür yanında ben

Ama siz zavallısınız ben de zavallıyım
Eskimiş şeylerle avunamıyoruz
Domino taşları ve soğuk ikindiler
Çiçekli elbiseleriyle yabancı kalabalık
Gölgemiz tortop ayakucumuzda
Sevinsek de sonunu biliyoruz
Borçları kefilleri ve bonoları unutuyorum
İkramiyeler bensiz çekiliyor dünyada
Daha ilk oturumda suçsuz çıkıyorum
Oturup esmer bir kadını kendim için yıkıyorum
İyice kurulamıyorum saçlarını
Bir bardak şarabı kendim için içiyorum

Halbuki geyikli gece ormanda
Keskin mavi ve hışırtılı
Geyikli geceye geçiyorum

Uzanıp kendi yanaklarımdan öpüyorum.

                                     Turgut Uyar

5 Haziran 2016 Pazar

Göçmen Sızı

Bir göçmen sızıdır her mevsim yoklar…
Çaresiz anlarım yaklaştığını
Gelişi ardında bir umut saklar,
Yırtacak sanırım hüzün ağını
Bir göçmen sızıdır her mevsim yoklar…

Beyaz örtüsüne bürünür dağlar…
Bir daha baharı görecek miyim?
İçimde gül yüzlü bebekler ağlar,
Gönlümce bir devran sürecek miyim?
Beyaz örtüsüne bürünür dağlar…

Gökyüzü çekilse uçamaz kuşlar…
Kanadı  kırılmış kuştan ne fayda
Gözleri kan doldu, kurudu pınar, 
Tutsak kalmış güzel ağlar sarayda
Gökyüzü çekilse uçamaz kuşlar…

Kozasına mahkûm ipek böceği…
Kaderi olmuştur içindeki sır
Aşklar ki ebedin ezel süreği,
Yeterse kudretin bu zinciri kır
Kozasına mahkûm ipek böceği…

Bir göçmen sızı ki keser iflahı…
Her gece bahtıma bir yıldız düşer
Ceylanın çöllere düşer günahı,
Dermansız dertleri tabipler çeker
Bir göçmen sızı ki keser iflahı...

                             Neva Selçuk

19 Nisan 2016 Salı

Hayat Ağacı

Ben bir ağacım
Cezbelenmiş dallarım
Döker yapraklarımı
Dağılırım

Dallarım 
Köksüz benim
Her rüzgârda
Örselenirim

Anneannem
Dalımda meyvem
Parmaklarımdadır
Rahmetli dedem

Rahatımı hiç sormayın
Suçlusu torunlarım
Öğrenmek istemezdim ama
Aşkı damarlarımda tattım

                      Neva Selçuk

Gül Mevsimi


Bir gül mevsimiydi yaşadığımız
Güzlere tahammülsüzlüğümüz bundandı
Bundandı kırılganlığımız…

Günü gelip kırıldığımızdan beridir
Yapraklarımızın düştüğü sular,
Derinliğinden bellidir…
Ve bizi kıran rüzgârlar,
Sonbaharın elleridir..

Bir hazin titreyiştir,
Yaşadığımız anlar.
Ve anılar…
Anılar özleyiştir..
Gül mevsimini yineleyen
Kokulardır anılar,
Ki bir gün uçarlar diye
Korktuğumuzdandır
Ağızlarını açmayışımız..

Bir gül mevsimiydi,
Belki de yaşadığımızı sandığımız…

                                  Neva Selçuk

26 Mart 2016 Cumartesi

Oldu Olacak


Gözümün ucunda bir bulut
Ha yağdı, ha yağacak
Nefesim ıssız çığlık
Sustu susacak

Serseri gezer hislerim
Yüreğim takipten yorgun
Kalbim boğazımda atıyor
Çıktı çıkacak

Gölgem boyu aşmakta
Sinemdeki ürkek kuş
Kafesinden yavaşça
Uçtu uçacak

              Neva Selçuk

İnceden İnce

Yabancı ayaklar dolaşır
Kaldırımlarda
Bilmeden gittiği yeri..
Bir sızıdır dolaşır
Gurbet sokaklarında
Kaldırımlar yürür üstüme
Damarlarıma yürür kaldırımlar
                        İnceden ince
Yol yol hüzün olur içimde
Kaldırımlar, umutlarım ölünce..

Boşalınca yalnızlık
Göz pınarlarımdan
Ürperir yüzüm
Yakar boğazımı acı bir yumruk
Kar yelleri esince
Yüreğim dağlarda savruk
Bir yola düşer ki
                        İnceden ince
Değme yiğitlere taş çıkarır
Bir parça umut görünce…

Ah akşamlar…
Gurbet, akşamları gelir üstüme
Kızılıyla içimi tutuşturur ilk önce
Bir yanda dağlar yanar
Öbür yanda ben
Alevler dolaşır içimde
                        İnceden ince
Aynı cümle dudaklarımda gezinir
Bir günü yaşamadım gönlümce…

                                  Neva Selçuk

24 Mart 2016 Perşembe

Döngü


Saklı özlemlerle bilinçaltında
Bütünden parçaya yönelen hayat
Bir kadın usulca köşe başında
Kalbini avcunda susturmaktadır


Babanın günahı seccadelerde
Çocuğa hayalet resmi çizerken
Beşikte görülen gelin rüyası
Kundakta kan olup yaşamaktadır
 

Perdeler evleri demlerken gece
Saksıda menekşe dolapta bardak
Nakışları gülden eski bir halı
Sabaha yorgunca yetişmektedir
 

Saba bestesinde inleyen tanbur
Gönül mabedini kılarken tavaf
Yeşil kubbesinde demlenen sular
Hayat döngüsüne karışmaktadır

                                 Neva Selçuk

18 Mart 2016 Cuma

Evler

Esmer  bir çocuktur bahçede duvar
Akar geçmiş günler sokaklar boyu
Nerde insan varsa orada kan var
Bulunmaz evlerde suçsuz bir kuytu

Odalar sağır bir ihtiyar kadın
Dilsiz kapılarda parmak izleri
Tavandan gözleri akar zamanın
Duvara çakılı kadın yüzleri

Ocakta ölümü bekleyen kazan
Küllerde anısı doğan çocuğun
Yaz ikindisinde okunan ezan
Habercisi eve gelen konuğun

                              Neva Selçuk

14 Mart 2016 Pazartesi

Odalar (Terza-Rima)


Masanın üstünde titreyen ışık
Vazoda susamış bir demet nergis

Resimler duvarda, suratlar asık
 

Duvarda gölgeler gündüzden akis
Sandalyede hırka baba hayali

Cebinde tesbihi parmağında is
 

Her gece sabahın yitik evveli
Gündüz mayalanır odada hüzün

Gezinir eşyada boşluğun eli
 

Camlara dokunur yıldızlar ölgün
Sallanır tavanda bir parça umut

Uykusuz gözlerde beslenirken gün
 

Aşksız hayatlara odalar tabut


                          Neva Selçuk

Hakikat Divanı


Her merhemi bu yaranın dermanı mı sanırsın
Hazan vakti cemre düşme zamanı mı sanırsın
Bir onulmaz dert yüküdür gelirken getirdiğin
Bu dünyayı sürurların ummanı mı sanırsın

Kan damlar da kokusunu yaprağına sarar gül
Hasretinin feryadını bülbülünde arar gül
Yürekteki ateş ile gözyaşını yorar gül
Gül bağını nadanların seyranı mı sanırsın

Bir ezeli özleyişin bestesiyle zar eyler
Figanıyla seher vakti asumanı nar eyler
Visal demi cananını yüreğine har eyler
Sen bülbülü yaprakların hayranı mı sanırsın


                                                     Neva Selçuk

A Ay


Yönetmenliğinin yanı sıra yapımcılığını ve senaristliğini de üstlendiği A Ay, Reha Erdem’in ilk uzun metraj filmi. 1988 yılı yapımı film siyah-beyaz.. Filmin siyah-beyaz oluşunun sebebini yönetmen “A Ay siyah-beyaz olmalıydı, çünkü bir filmi gerçeklikten koparmanın en kolay yolu o.” sözleri ile açıklamaktadır.

Konusunu kısaca özetlemek gerekirse, Yekta 11-12 yaşlarında anne ve babadan mahrum bir kız çocuğudur. Eski köşkte yaşamdan çok ölümün ve hatıraların eşliğinde günlerini geçiren Yekta, geceleri annesinin boğazdan kayıkla geçtiğine inanmakta ve her gece annesinin odasının penceresinde o anı beklemektedir. Film Yekta’nın düşsel yolculuğunda geçer.

İlk sahnesinden itibaren izleyiciyi görsel ve işitsel bir şölenin içine çekmeyi başaran filmde kimi zaman tiyatro salonunun büyülü atmosferinde uzar replikler.  Başından sonuna kadar en olması gereken yerlerde bir konser salonuna dönüşen film, Vivaldi ile farklı bir boyuta bürünür. Bazen bir romanın sayfalarında kaybolan seyirci en çok da imgelemi bol bir şiirin dizelerinde gezer bu filmde…

A Ay, her ne kadar 1988 yılı yapımı olsa da, döneminden bağımsız olarak kendi zamanını oluşturuyor. Bunu yaparken siyah beyaz olmasının yanı sıra kişi isimleri, kıyafetler, dil araç olarak kullanılıyor. Eski, henüz tamamlanmadan yıpranmış, döşemeleri kalkmış, çoğu bölümü kullanılmayan metruk bir atmosfere sahip köşk ile birlikte düşünüldüğünde zamandaki başkalaştırma son derece başarılı bir şekilde filmi gerçeklikten farklı bir özgünlüğe kavuşturuyor.

Filmin zaman ve mekân açısından oluşturulan bu atmosferinde karakterlerin de etkisi hiç şüphesiz büyük.

Yaşam ile ölüm arasında asılı kalmış Sırrı Bey evin babası olsa da Sırrı Bey olarak anılmaktadır. Konakta yaşayan Nükhet Seza Hala hiç evlenmemiş -ki adada yaşayan Neyyir Hala da evlenmemiştir- ömrünü Sırrı Bey’e, konağa, en çok da hatıralara, hikayelere bağlamış ve gerçekle arasındaki perdeyi aralama gereksinimi duymamış bir karakter olarak karşımıza çıkmaktadır. Anlattığı yaşanmış hikayelerdeki gariplikleri sorgulamadan kabullenişi, yanlışların farkındalığında olmayışı izleyiciyi şaşırtacak boyuttadır.

Neyyir Hala ise Nükhet Seza’nın aksine tüm bu tersliklerin farkındadır. Nitekim Nükhet Seza’nın anlattığı hikayelerden anladığımız kadarı ile Sırrı Bey Yekta’nın babasıdır. Neyyir, babasının günahlarından dolayı yaşam ile ölüm arasında asılı kaldığını, Yekta’nın O’nun günahı olduğunu söylerken, Nükhet Seza bu durumu inkar etmektedir.

Adada bir evde yaşayan ve İngilizce öğretmenliği yapan Neyyir köşkle, yaşananlarla, hatıralarla ilişkisini kesme adına yoğun çaba sarf etse de Yekta’ya olan düşkünlüğü ve onu bu atmosferden kurtarmak isteyişi sık sık köşke gelmesine sebep olmaktadır. Neyyir, Yekta’yı köşkün sağlıksız atmosferinden koparıp yatılı okula yazdırmaya ve kendi yanına almaya çalışmaktadır. Ancak hayatla tek bağı geceleri kayıkla geçen annesini görmek olan Yekta için bu, kabul edilebilir bir teklif değildir.

Köşkte yaşayan bir diğer canlı ise Yekta’nın martısıdır. Kuş evde, odalarda gezmekte ve filmde oluşturulmak istenen gerçek dışılığa başarılı bir şekilde hizmet etmektedir.

Köşkte göze çarpan bir diğer detay her tarafında saatlerin olması ve seslerinin sürekli duyulması. Saatler ve sesleri hem zamansızlığa nispet olmakta, hem de mekanda süren hayatın gerilimini izleyiciye hissettirmektedir. Bir sahnesinde saat başı çalmaya başlayan saat takılıp susmayarak köşkte yaşayanların da zamanın bir diliminde takılıp kaldıklarını çağrıştırmaktadır. Yine bu sahnede Nükhet Seza’nın takılan saatin farkında olmayışı, sesinden rahatsızlık duymayışı kendisine ilişkin olarak belirttiğimiz ruh halinin en güzel tezahürüdür.

Her gece saat 23’te Yekta pencereden bakmakta, bir ışık hüzmesi yüzünü aydınlatarak geçmekte ve annesini görmüş olmanın verdiği mutluluk bir daha görememe ihtimalinin oluşturduğu tedirginlik ile birlikte Yekta’nın gözlerinde gezinmektedir. Filmdeki bu sahneler son derece başarılıdır ve yer yer Tarkovski sinemasının şiirselliğini çağrıştırmaktadır.

Neyyir Halanın Yekta’yı gerçek hayata bağlama çabasında zannedersem kendi bağlarının sorunları kendini göstermektedir. Arkadaş olarak tanıştırdığı Nuran da gerçek hayatla sorunları olan, batıl inanışları güçlü bir çocuktur. Çocuk yüzlü martının fotoğrafını çekmeye çalışmak dışında bir uğraşı yoktur. Bu arada Nuran’ın aradığı çocuk yüzlü martı resmi manastırda Yekta’nın karşısına çıkacaktır.

Yine Neyyir Halanın ezberlettiği William Blake şiiri Yekta için travmatik etkiler yapabilecek sözlere sahiptir ki şiiri durmaksızın defalarca okuyup kontrolden çıkışında olumsuz etkilendiğini görmekteyiz. Burada şiirin çevirisine göz atabiliriz:

Annem sızlandı! Babam ağladı.
Tehlikeli bir dünyaya atıldım:
Çaresiz, çıplak, kulakları sağır eden cırtlak sesimle
Bir şeytan gibi, arkasına saklanmış bir bulutun.

Çırpınırken babamın ellerinde
Kundak bezinden kurtulmaya çabalarken
Bağlı ve yorgun, düşünebildiğim en iyi şey
Küsmek annemin memesine.

Yekta’nın ada ziyaretlerinde iki kişi dikkat çekmektedir. İlki terkedilmiş manastırın bekçisidir. Annene inan der Yekta’ya. Rüya tabir ettirme merakında olan Yekta’ya rüya rüyadır. Sebebini anlamını sorma, rüyada gördüğün kuş rüyada gördüğün kuştur türünden nasihatler da verir ki bunlar filmdeki gerçeklik sorgulamasında köşe taşlarıdır. Filmin sonundaki tiradıyla izleyiciyi büyüleyen Münir Özkul’un canlandırdığı karakterin okuduğu Edip Cansever İtalyanca şiirinin çevirisi, Neyyir Halanın birdenbire çığlığıyla örtüşmektedir:

birden bire
her şey pespayeleşti
birden bire, pespayeleşti
birden bire
pespayeleşmişti
kumsaldaki gezintiden bu yana
artık önceki gibi değil
eller kendi şekillerinde taşlaşmış
ay çürümüş
kalan her şey bir tek çizginin üstüne çekilmiş
bütün nesneler
o, o kalmış
sadece o, büyüyen korku kalmış...

Adadaki bir diğer karakter sokak satıcısıdır. Kağıda çizilen bir daire görüntüsü, ardından Yekta ile sokak satıcısının konuşması ki bence filmin en önemli sahnelerinden biridir. Muhtemelen bir yol tarifi… Adayı çevreleyen yol... “Daire yani buraya çıkar yani kendine çıkar yani bu yol çıkmaz kendi etrafında döner durur bu yolun başıysa aynı zamanda sonudur da ama yolu bırakır tepeye vurursan o zaman başka..” Hayat ve insanın yolculuğu daha güzel tarif edilemezdi herhalde.

Yekta’yı hayal dünyasından koparmaya çalışan Neyyir, annesini gördüğü odayı kilitler, o gece Yekta annesini göremez. Sonrasında Nükhet Seza Hala kapıyı kırsa da artık anne gelmeyecektir. Bunun üzerine Yekta annesine gitmeye karar verir ve kayıkla denize açılır. Bu yolculuk aynı zamanda Yekta için bir değişimin başlangıcı olacaktır. Bununla eş zamanlı olarak evdeki martı ölür. Filmde martı metaforu sıkça kullanılmıştır. Martı ölüsü Nükhet Seza tarafından görülmüş ancak atılmayıp, öylece olduğu yerde bırakılmıştır. Bu, konağın ve karakterin genel özelliğini vurgulamak bakımından önemlidir.

11 Mart 2016 Cuma

Ateş Divanı


Yüreğinden eksilmez kan, gülünde har olanın
Değdikçe yanar dudağı, dilinde yar olanın
Mana vermeye acizdir bu işe olan ağyar
Nefesinden hicab tüter, öldüğü kar olanın

Candan içre canlar arar, cananına vermeye
Kendin layık bilmez bir dem, payine yüz sürmeye
Yeter şavkının gölgesi korkar cemal görmeye
Baktığı ateş kesilir, içinde nar olanın


                                      Neva Selçuk

Pervane Divanı


Nedir aşk oduna meylim pervane miyim bilmem
Görmeden dost döner başım mestane miyim bilmem
Bir deli ırmak misali çarpar başım taşlara
Irmak coşar ben kanarım divane miyim bilmem

Bir kuru çöldür şu sinem hep seraba kanarım
Gün olur savrulur külüm sahralarda ararım
Dost adını duymayagör karda olsam yanarım
Değmeden inler bu gönlüm kemane miyim bilmem

Göz göz odalar yürekte birbirinden zifiri
Ömür rafı toz bağlamış temizlenir mi kiri
Ruhta onulmaz yaralar gelmez hiç misafiri
Baykuş sarmış dört yanımı, virane miyim bilmem


                                                   Neva Selçuk

8 Mart 2016 Salı

Adın Düştü Gönlüme


Bugün yine adın düştü gönlüme
Ateşin içine gül düşer gibi
Gökten bir ilahi gel düşer gibi
Bugün yine adın düştü gönlüme
Vuslat arzusuyla yandı yüreğim

Gönülden yüreğe yağdı yağmurlar
Gözden yanaklara sel düşer gibi
Gönlümün dağına yol düşer gibi
Gönülden yüreğe yağdı yağmurlar
Ab-ı hayat oldun kandı yüreğim

Gülistana döndü değdiğin her yer
Zehir dolu cana bal düşer gibi
Doyumu olmayan hal düşer gibi
Gülistana döndü değdiğin her yer
Tanınmaz bir hale döndü yüreğim


                                   Neva Selçuk

Çarpışma


Aynada kendimle çarpıştım dün
Gözüm gözüme değdi
Yüzüm yüzüme
Tepeden tırnağa titredim
Kim bu yabancı diye…

Tanışalım istedim
Olanca korkuma rağmen
O benden ürkek çıktı
Dağıldı gitti gözlerimden…

                              Neva Selçuk