Yönetmenliğinin yanı sıra
yapımcılığını ve senaristliğini de üstlendiği A Ay, Reha Erdem’in ilk uzun
metraj filmi. 1988 yılı yapımı film siyah-beyaz.. Filmin siyah-beyaz oluşunun
sebebini yönetmen “A Ay siyah-beyaz olmalıydı,
çünkü bir filmi gerçeklikten koparmanın en kolay yolu o.” sözleri ile açıklamaktadır.
Konusunu kısaca özetlemek
gerekirse, Yekta 11-12 yaşlarında anne ve babadan mahrum bir kız çocuğudur.
Eski köşkte yaşamdan çok ölümün ve hatıraların eşliğinde günlerini geçiren
Yekta, geceleri annesinin boğazdan kayıkla geçtiğine inanmakta ve her gece annesinin
odasının penceresinde o anı beklemektedir. Film Yekta’nın düşsel yolculuğunda
geçer.
İlk sahnesinden itibaren
izleyiciyi görsel ve işitsel bir şölenin içine çekmeyi başaran filmde kimi
zaman tiyatro salonunun büyülü atmosferinde uzar replikler. Başından sonuna kadar en olması gereken yerlerde
bir konser salonuna dönüşen film, Vivaldi ile farklı bir boyuta bürünür. Bazen
bir romanın sayfalarında kaybolan seyirci en çok da imgelemi bol bir şiirin
dizelerinde gezer bu filmde…
A Ay, her ne kadar 1988 yılı
yapımı olsa da, döneminden bağımsız olarak kendi zamanını oluşturuyor. Bunu
yaparken siyah beyaz olmasının yanı sıra kişi isimleri, kıyafetler, dil araç
olarak kullanılıyor. Eski, henüz tamamlanmadan yıpranmış, döşemeleri kalkmış,
çoğu bölümü kullanılmayan metruk bir atmosfere sahip köşk ile birlikte
düşünüldüğünde zamandaki başkalaştırma son derece başarılı bir şekilde filmi
gerçeklikten farklı bir özgünlüğe kavuşturuyor.
Filmin zaman ve mekân
açısından oluşturulan bu atmosferinde karakterlerin de etkisi hiç şüphesiz
büyük.
Yaşam ile ölüm arasında asılı
kalmış Sırrı Bey evin babası olsa da Sırrı Bey olarak anılmaktadır. Konakta
yaşayan Nükhet Seza Hala hiç evlenmemiş -ki adada yaşayan Neyyir Hala da
evlenmemiştir- ömrünü Sırrı Bey’e, konağa, en çok da hatıralara, hikayelere
bağlamış ve gerçekle arasındaki perdeyi aralama gereksinimi duymamış bir
karakter olarak karşımıza çıkmaktadır. Anlattığı yaşanmış hikayelerdeki gariplikleri
sorgulamadan kabullenişi, yanlışların farkındalığında olmayışı izleyiciyi
şaşırtacak boyuttadır.
Neyyir Hala ise Nükhet Seza’nın
aksine tüm bu tersliklerin farkındadır. Nitekim Nükhet Seza’nın anlattığı
hikayelerden anladığımız kadarı ile Sırrı Bey Yekta’nın babasıdır. Neyyir,
babasının günahlarından dolayı yaşam ile ölüm arasında asılı kaldığını,
Yekta’nın O’nun günahı olduğunu söylerken, Nükhet Seza bu durumu inkar
etmektedir.
Adada bir evde yaşayan ve
İngilizce öğretmenliği yapan Neyyir köşkle, yaşananlarla, hatıralarla
ilişkisini kesme adına yoğun çaba sarf etse de Yekta’ya olan düşkünlüğü ve onu
bu atmosferden kurtarmak isteyişi sık sık köşke gelmesine sebep olmaktadır.
Neyyir, Yekta’yı köşkün sağlıksız atmosferinden koparıp yatılı okula yazdırmaya
ve kendi yanına almaya çalışmaktadır. Ancak hayatla tek bağı geceleri kayıkla
geçen annesini görmek olan Yekta için bu, kabul edilebilir bir teklif değildir.
Köşkte yaşayan bir diğer canlı
ise Yekta’nın martısıdır. Kuş evde, odalarda gezmekte ve filmde oluşturulmak
istenen gerçek dışılığa başarılı bir şekilde hizmet etmektedir.
Köşkte göze çarpan bir diğer
detay her tarafında saatlerin olması ve seslerinin sürekli duyulması. Saatler
ve sesleri hem zamansızlığa nispet olmakta, hem de mekanda süren hayatın gerilimini
izleyiciye hissettirmektedir. Bir sahnesinde saat başı çalmaya başlayan saat
takılıp susmayarak köşkte yaşayanların da zamanın bir diliminde takılıp
kaldıklarını çağrıştırmaktadır. Yine bu sahnede Nükhet Seza’nın takılan saatin
farkında olmayışı, sesinden rahatsızlık duymayışı kendisine ilişkin olarak belirttiğimiz
ruh halinin en güzel tezahürüdür.
Her gece saat 23’te Yekta
pencereden bakmakta, bir ışık hüzmesi yüzünü aydınlatarak geçmekte ve annesini
görmüş olmanın verdiği mutluluk bir daha görememe ihtimalinin oluşturduğu
tedirginlik ile birlikte Yekta’nın gözlerinde gezinmektedir. Filmdeki bu
sahneler son derece başarılıdır ve yer yer Tarkovski sinemasının şiirselliğini
çağrıştırmaktadır.
Neyyir Halanın Yekta’yı gerçek
hayata bağlama çabasında zannedersem kendi bağlarının sorunları kendini
göstermektedir. Arkadaş olarak tanıştırdığı Nuran da gerçek hayatla sorunları
olan, batıl inanışları güçlü bir çocuktur. Çocuk yüzlü martının fotoğrafını
çekmeye çalışmak dışında bir uğraşı yoktur. Bu arada Nuran’ın aradığı çocuk
yüzlü martı resmi manastırda Yekta’nın karşısına çıkacaktır.
Yine Neyyir Halanın ezberlettiği William
Blake şiiri Yekta için travmatik etkiler yapabilecek sözlere sahiptir ki şiiri
durmaksızın defalarca okuyup kontrolden çıkışında olumsuz etkilendiğini
görmekteyiz. Burada şiirin çevirisine göz atabiliriz:
Annem sızlandı! Babam ağladı.
Tehlikeli bir dünyaya atıldım:
Çaresiz, çıplak, kulakları sağır eden cırtlak sesimle
Bir şeytan gibi, arkasına saklanmış bir bulutun.
Çırpınırken babamın ellerinde
Kundak bezinden kurtulmaya çabalarken
Bağlı ve yorgun, düşünebildiğim en iyi şey
Küsmek annemin memesine.
Yekta’nın ada ziyaretlerinde iki
kişi dikkat çekmektedir. İlki terkedilmiş manastırın bekçisidir. Annene inan
der Yekta’ya. Rüya tabir ettirme merakında olan Yekta’ya rüya rüyadır. Sebebini
anlamını sorma, rüyada gördüğün kuş rüyada gördüğün kuştur türünden nasihatler
da verir ki bunlar filmdeki gerçeklik sorgulamasında köşe taşlarıdır. Filmin
sonundaki tiradıyla izleyiciyi büyüleyen Münir Özkul’un canlandırdığı karakterin
okuduğu Edip Cansever İtalyanca şiirinin çevirisi, Neyyir Halanın birdenbire
çığlığıyla örtüşmektedir:
birden bire
her şey pespayeleşti
birden bire, pespayeleşti
birden bire
pespayeleşmişti
kumsaldaki gezintiden bu yana
artık önceki gibi değil
eller kendi şekillerinde taşlaşmış
ay çürümüş
kalan her şey bir tek çizginin üstüne çekilmiş
bütün nesneler
o, o kalmış
sadece o, büyüyen korku kalmış...
Adadaki bir diğer karakter sokak
satıcısıdır. Kağıda çizilen bir daire görüntüsü, ardından Yekta ile sokak
satıcısının konuşması ki bence filmin en önemli sahnelerinden biridir.
Muhtemelen bir yol tarifi… Adayı çevreleyen yol... “Daire yani buraya çıkar
yani kendine çıkar yani bu yol çıkmaz kendi etrafında döner durur bu yolun
başıysa aynı zamanda sonudur da ama yolu bırakır tepeye vurursan o zaman
başka..” Hayat ve insanın yolculuğu daha güzel tarif edilemezdi herhalde.
Yekta’yı hayal dünyasından
koparmaya çalışan Neyyir, annesini gördüğü odayı kilitler, o gece Yekta
annesini göremez. Sonrasında Nükhet Seza Hala kapıyı kırsa da artık anne
gelmeyecektir. Bunun üzerine Yekta annesine gitmeye karar verir ve kayıkla
denize açılır. Bu yolculuk aynı zamanda Yekta için bir değişimin başlangıcı
olacaktır. Bununla eş zamanlı olarak evdeki martı ölür. Filmde martı metaforu
sıkça kullanılmıştır. Martı ölüsü Nükhet Seza tarafından görülmüş ancak
atılmayıp, öylece olduğu yerde bırakılmıştır. Bu, konağın ve karakterin genel
özelliğini vurgulamak bakımından önemlidir.